Bir sınıf düşünün çocuklar okulun her yerine dağılmış durumda… Bazıları koridorda, bazıları bahçede, bazıları kütüphanede bazıları ise bilişim teknolojileri sınıfında. Bütün okul sınıflarına çekilmiş ölüm sessizliğinde derslerini işlerken onlar heyecanlı bir şekilde okulun o bölümüyle bu bölümü arasında gidip geliyorlar. Dışarıdan bu sınıfın öğrencilerini gören bazı öğretmenler durumu garipsiyor ve hangi öğrenciyi bu şekilde görseler “Sizin dersiniz boş mu?”, “Öğretmeniniz derse gelmedi mi?” gibi sorular soruyorlar ve sonrasında hepimizin tahmin ettiği azarlar yeniyor: “Sessiz olun, doğru sınıfınıza gidin!”
Öğrencilerin ise cevapları net belli “Biz zaten sınıfımızdayız.”
Çünkü öğrenciler fiziksel olarak olmasa bile zihinsel olarak aslında tam da sınıfın içindeler.
Peki ya öğretmenin rolü?
Öğretmen çoğu zaman sınıfta bekliyor. Desteğe ihtiyacı olan öğrenciler ve herhangi bir konuda soru sormak isteyenler öğretmene danışıyorlar ve sonra hepsi öğrenme görevlerine devam ediyor. Öğretmen bunun dışında öğrencilerin çalıştıkları alanlarda ihtiyaçları olan öğrenme araç ve materyalleri sağlama konusunda lojistik destek sağlıyor.
Oh ne güzel öğretmenlik 🙂
Fakat maalesef öyle değil. Aslında en zor iş öğretmende… Öğretmen çocukların içine girdikleri bu öğrenme kurgusunun yazarı. Çünkü böyle bir ders tasarımı hepimizin bildiği üzere sınıfa girip dersini anlatıp çıkmak gibi değildir. Öncesinde iyi bir hazırlık yapmak, bütün olasılıkları hesaplamak gerekir. Çocukları böyle bir öğrenme iklimine zihinsel ve duygusal olarak hazırlamak gerekir. (ki en zoru bu otokontrolü çocuklarda yaratmaktır, aylar hatta yıllar sürebilir*) Yani öğretmen bu kurgunun gizli öznesidir.
Şimdi hikâyeyi bu şekilde anlatınca hepimizin aklına şu soru eminim ki gelebiliyordur? Böyle bir şey olabilir mi? Öğrencisiz sınıf mı olur? Fakat olayın asıl can alıcı noktası nedir biliyor musunuz? Çocukların aslında hepsi diğer öğretmenlerin, belki bu yazıyı okuyan bizlerin düşündüğü gibi sınıflarından ayrı değildir. Aksine sınıflarının tam içinde en derinlerindedirler.
Şimdi hepimiz kendimize soralım: “Sınıf dediğimiz yapı nedir ki, sınıf soyut değil midir? Bir betondan ziyade öğrencinin öğrenme iklimini tarif etmez mi? Aynı Mahmut hocanın yıllar önce sınıflardan oluşan ve adına okul dediğimiz yapıyı tarif ettiği gibi:
“Okul sadece dört yanı duvarla çevrili, tepesinde dam ola yer değildir. Okul her yerdir. Sırasında bir orman, sırasında dağ başı. Öğrenmenin, bilginin var olduğu her yer okuldur.”
O zaman nedir derdimiz? Öğrencileri bu dört duvar içerisinde zapt etmek, yaşamadan, dokunmadan, temas etmeden yaşamı anlamlandırabileceklerini sanmak. Başka bir yapının içerisinde daha iyi öğreneceklerini biliyorken… (Ki yukarıdaki örnekte öğrencilerin hem akademik hem de duygusal öğrenme anlamında nasıl geliştiklerini anlatmaya gerek olmasa bile…)
Sonuç olarak;
Sınıf demek öğrencinin yalnızca fiziksel olarak içinde bulunduğu yapı demek değildir bana göre. Çocukları zihinsel olarak sınıf diye tabir ettiğimiz o dört duvar içinde tutamadıktan sonra bedensel olarak onları zapt etmiş olmak bir başarı değildir. Bir öğrenme sürecinin, ikliminin tarifi değildir. Çocuğa eziyet dışında, onu bir mahkûmdan farksız kılmanın dışında nasıl bir anlamı varıdır?
Belki de yazıyı Mevlana’nın:
“Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok
Nice elbiseler gördüm içinde insan yok!”
dizelerini, yazının içeriğine uyarlayarak bitirmekte yarar var.
“Ben ne sınıflar gördüm içleri öğrenci dolu, öğrenme yok.
Ben ne sınıflar gördüm içleri bomboş fakat öğrenme dolu…
İçlerini boşaltıp, öğrenmeyle doldurduğumuz nice güzel sınıf örneklerine, öğrencilerine bu öğrenme zemini hazırlayan nice öğretmenlere ve bunu destekleyen okul iklimlerine, kısacası nice güzel günlere…
*Not: Öncelikle böyle bir öğrenme iklimi yaratmanın lütfen zor bir durum olduğunu unutmayalım. Özellikle küçük yaş gruplarında veya geçmiş yaşamları boyunca böyle (öğrenci özerkliğe sahip ve otokontrol gerektiren) bir öğrenme ortamından geçmemiş çocuklara yarın gidip böyle bir uygulama yaparsak, büyük ihtimalle duvara toslayabiliriz. Unutmamak gereken diğer önemli nokta ise bu uygulama bir plansızlık değildir. “Hadi çocuklar çıkın istediğiniz gibi araştırma yapın, gelin” demek değildir. Üzerine düşünmeniz öğrenme sürecini zihninizde tasarlamamız ve cebimizde A, B ve C planlarınızı barındırmanız gerekir ve son olarak da ve bence en önemlisi kendimizin inandığı zihinsel sınıf, öğrenme ortamı şablonumuza tekrar bakmayı gerektirir.
Barış Sarısoy /twitter: @barissrsy
Umarım gelecekte böyle bir sınıf yarattığımda veli ve yöneticilerim de bana destek olurlar. Çünkü bu benim en büyük hayalim. Benimle aynı hayali paylaşan insanların olduğunu bilmek inanın beni çok mutlu etti.
Hocam bazen destek almasak bile doğru olduğuna inandığımızı yapmamız gerekiyor. Belki gerçekçi olandan başlamak, belki en basitinden başlamamak ama eyleme geçerek hayalin ötesine geçmek. Teşekkür ederim Ahmet hocam. Beni de böyle bir hayali olan meslektaşlarımın olduğunu bilmek mutlu etti…
Barış yaptığınız çalışmaları inceledim ve birçok yazıyı cilo dağlarının eteğinde kahvemi yudumlayarak okudum. Eğitsel yazılarınız bir kez daha bana dağın ardında güzel şeylerin olduğu hissini uyandırdı. Sevgilerle
OKTAY ŞİRİN
Oktay çok sevindim okumana ve yorumda bulunmana. Evet bazen farklı ortamların, farklı bölgelerin kendine özgü gerçeklikleri bizleri sınırlayabiliyor. Fakat önemli olanın niyet ve ortak vizyonunun olduğunu düşünüyorum. Bizlerle birlikte dağların ötesine geçen, dağların ardından birlikte ne yapabiliriz soruyla bize ulaşan çok meslektaşımız var. Onlarla kendi etki alanımız doğrultunda birlikte iyi işler yapmaya çalışıyoruz…
Ki bu benim şahsi fikrimdir bazen oradaki çocukların dağların ardındaki çocuklara göre daha şanslı olduğunu düşünüyorum. (Öneri kitap : Davut ve Golyat- Malcolm Gladwell)
Bence sadece dağların ardında değil dağların içinde de dağların arkasında da iyi şeyler oluyor. Sadece bunları bir araya getirerek birlikte kendi etki alanında neyi daha iyi yapabilirim sorusunu daha çok sormaya ihtiyacı var.
Senden haber almak güzel dostum…
Sevgilerle….
Barış hocam, tam olarak anlattığınız sınıftan bizim okulda bir tane var. Sizin de söylediğiniz gibi ilkokul birinci sınıftan itibaren bu kültürle yetişen öğrencilerle ancak böyle bir uygulamayı başarılı bir şekilde gerçekleştirebiliyorsunuz. Hayal değil, gerçek. Kaleminize sağlık.
Aysun hocam benim gördüğüm, üzerinde düşünüp yazdığım gerçek örneklerin dışında, böyle farklı yerlerde, farklı meslektaşlarımızın aynı örnekleri sınıfa taşıdığını duymak çok iyi geliyor. Evet kesinlikle bu kültürün öyle ya da böyle oluşması gerekiyor. Yoksa yaptık olmadı, yöntem işlevsiz diye bir sonuca varılabiliniyor…
Paylaşımınız ve yorumunuz için teşekkür ederim.