Bazı filmlerde bilirsiniz seri katillerin bulunduğu koğuşlar, odalar olur. Karanlık, tehlikeli ve tüyler ürpertici… Bir sınıf düşünün aynen bu şekilde. Ve bu sınıf bir ilkokul sınıfı… Sabahtan o sınıfın kapısı kapanıyor ve yetişkin bir sesten sürekli olarak çığlık tonunda bir bağırış… Bu bağırışlar okulun her yerinden duyuluyor. Kapıdaki güvenlik görevlisi bile “Her yere girer çıkarım ama abi beni o sınıfa sokmayın n’olur” diyor. Diğer çocuklar bu çığlıkları duydukça o sınıfta olmadıkları, böyle bir öğretmene sahip olmadıkları için dua ediyorlar. Sınıftan teneffüse çıkan hiçbir çocuğun yüzü gülmüyor. Hepsi yürüyen ölüler misali geziyorlar.
Gün oluyor sınıfa ailesinin iş değişikliğinden dolayı şehir değiştiren bir öğrenci katılıyor. Öğrenci ilk gün eski sınıfından ayrılmış olmanın hüznü fakat yeni arkadaşlarla ve öğretmeniyle tanışacağının heyecanıyla sınıfına gidiyor. Sınıfa girdiği andan itibaren yüzü düşüyor. Bağrışlar çağışlar ve diğerleri… Bir an önce o günün bitmesini istiyor.
Ertesi gün oluyor. Öğretmen sabah sınıfın kapısını kapatıyor ve azarlama, çığlık, kıyamet mesaisine başlıyor. Bu arada bütün okul bu sınıfta yaşanılanlar doğrultusunda üç maymunu oynuyor. Çünkü bu öğretmen okulun hem akademik başarısı en yüksek sınıfına sahip, hem de okulun disiplinli öğretmeni olarak bilinen öğretmenlerden bir tanesi. Neyse çocuğumuz sınıfta yaşanılan sözel şiddete hem diğer çocuklar hem de kendisi adına dayanamıyor ve ayağı kalkıyor:
“Öğretmenim sırf bizden daha güçlüsünüz ve bizden daha çok bilgiye sahipsiniz diye bizi aşağılamaya hakkınız olmadığını düşünüyorum.”
Öğretmen bunu duyunca afallıyor, neye uğradığını şaşırıyor. Bir an duraksıyor o sabahtan akşama kadar eleştirdiği diktatör yöneticiler akılına geliyor. Onlar için söylediği sözlerin, eleştirilerin aynısını şimdi bir öğrencisinin kendisine söylemiş olduğunu düşünüyor. Zihni karmaşıklaşıyor, omuzları düşüyor bir anda konumundan dolayı kendi içine pompaladığı gücü düşmeye başlıyor. Ama “nasıl bacak kadar bir çocuk onu diğer öğrencileri önünde eleştirebilir, hem de sınıfa yeni gelmiş bir öğrenci…” diye düşünüp kendini toplamaya başlıyor. Hemen en ilkel beyin devreye giriyor, onu öğretmene hakaret ve saygısızlık suçlarından müdürün odasına gönderiyor. Ailesinin çağırılmasının ve tez zamanda gereğinin yapılmasını talep ediyor…
Sonuç mu? Çocuk, öğretmene saygısızlık suçundan hem öğretmeni hem arkadaşları hem de ailesi tarafından güç dengesinin altında ezilen oluyor. Ve güç dengesini yaşayarak öğrenmiş oluyor.
Yukarıdaki durum eğitim sisteminin içinden… Hem de öyle eşine benzerine nadir rastlanılan örneklerden değil. Birçok okulda rastlayabileceğiniz, sessizce böyle bir sınıfın önünden geçerken derinden hissedebileceğiniz bir örnek. Ayrıca bu örnek sadece sınıflara özgü değil. Sınıflardan alıp aile içine taşıyabilirsiniz, toplumun içine taşıyabilirsiniz. Yani, kısacası birey yetiştirme sistemimizin tamamında benzer örneklerle karşılaşabilirsiniz.
Peki, bu ve bunun gibi yapıların içerisinde çocuklara hangi mesajları veriyoruz? Bence asıl soru bu olmalı!
Güçlüysen Güçsüzü Ez!
Çocuklara sürekli olarak ne yapmaları gerektiğini söyleyen, onlara üsten davranışlarla emreden, bağırıp çağırarak iletişim kuran ve toplum tarafından bu davranışları onay gören yetişkinlerin kanımca çocukların zihninde yerleştirdiği en temel mesajlar:
- Daha fazla fiziksel ve maddi güce sahipsen güçlüsündür.
- Daha fazla bilgiye sahipsen güçlüsündür.
- Daha fazla güçlünün onayına sahipsen güçlüsündür.
Çocuklar toplum içerisinde bu güç yapılarına en az sahip bireyler olarak yetişkinler tarafından ezilmeye mahkûm oluyorlar. Bu mesajları davranışlarda gözlemleyerek sözsüz olarak alan çocuklar, hayatta en önemli şeyin aslında “GÜÇ” olduğuna inanıyorlar. Ve bu güç dengesini altında ezilmekten kurtulmak için diğer mesaja geliyor sıra…
Güçsüzsen Bir An Önce Ezmek İçin Güçlen!
Çocuklar bu mesajla, bir an önce güçlü olabilmek için toplumdaki güçlü yetişkinleri gözlemliyorlar ve şunu görüyorlar:
“Eğer güçsüzsen güçlü olabilmek için iki seçeneğin vardır. Yeterli güce ulaşana kadar sabret, bu uzun sürer ama en kötü haliyle fiziksel olarak güçlenip sen de ezmeye başlarsın. Ama kısa yoldan güçlenmek istiyorsan güçlünün, ezenin yanında yer al. Kitlesel olarak çoğunlukta olanın yanında yer al. Seni fiziksel ve maddi olarak en fazla besleyenin yanında yer al. O zaman güçlü olursun, ezilmezsin, ezenlerden olursun.”
Evlerde hazırlayıp sunulan, sınıflarda kurulan otoriter sistemlerle desteklenen yapılarla nasıl bir toplum oluştuğunu çok rahat görebiliriz.Daha fazla güçlü olmakla yaşam süreçlerini kurgulayan, kendinden çok daha fazla güce sahip olan kişilerin kararlarıyla (sırf güçlü olanın yanında yer alabilmek için) hareket etme arayışına sahip bireyler yaratıldı bu güç odaklı eğitim anlayışında…
Özellikle son yaşadığımız felaketle öğretilen güç dengeleri yüzünden birbirinin canına hiç düşünmeden kıyan insanların varlığına şahit olduk….
Eğer toplum olarak huzurlu, mutlu bir yaşam ortamı sağlamak istiyorsak, ilk önce eğitim anlayışımızdaki bu bozuk, çürümüş ve her haliyle güç dengesine uyum sağlamaya çalışan bireyler yaratmaya devam eden yapıya dönüp bakalım. Bu yapı içerisindeki bütün eğitim paydaşları olarak çocuklara örnek olduğumuz davranışlarımıza dönüp bakalım. Hep birlikte; daha fazla akademik başarıdan ve sınav başarısından ziyade daha fazla iyi insan olabilme başarısının derdine düşelim. Bunu başardığımız zaman, işte o zaman ülkemizde gerçek anlamda eğitimin varlığından söz edebilir hale gelebiliriz…
Barış Sarısoy /twitter: @barissrsy
Doğan Cuceloglu hocamın korku kültürü ile baglantili olarak düşünüldügunde, en önce değistirmek icin odaklanacağımız bu alan bence. Bu noktada soracağımız soru şu olmalı. Yerine ne koyacağız? Nasıl koyacağız?