“Kurgunun İçerisinde Eyleme Geçmek” adında bir projenin içerisindeyiz. Çocuklarla birlikte yarattığımız kurgusal bir dünyada bazı durumları canlandırarak deneyimliyoruz.
Hikâyemiz, hepimizin gizli bir görev için bir adaya gitmesiyle başlıyor. Tabi her kurgunun kendi içerisinde eğitsel bir amacı var. Ben çocuklara adaya gitme görevini açıkladıktan sonra, onların hepsinin büyük bir kurul tarafından seçilmiş olan kişiler olduğunu söylüyorum. Hepsinin birbirinden farklı güçlü özelliklerinin olduğunu ve adada gerçekleştirilecek görev için bu özelliklere sahip kişilere ihtiyaç duyulduğundan dolayı seçilmiş olduklarını vurguluyorum.
Ve çocuklara şu soruyu soruyorum: “Arkadaşlar, sizce sizler hangi güçlü özelliklerinizden dolayı bu görev için seçilmiş olabilirsiniz?”
Hepsi sırayla cevap veriyor. Kimi çok zeki olduğu için, kimi çok hızlı koştuğu için, kimi çok şakacı olduğu için, kimi çok iyi dans ettiği için, kimi çok iyi iz sürdüğü, kimi ise çok güzel yemek yaptığı için… Hepsinin görevle ilgili nedenleri var tabi.
Sıra Bade’ye geliyor. Bade kim mi? Hemen anlatayım…
Bade birinci sınıftayken… Bütün arkadaşları okuma yazmayı öğrenmiş, Bade öğrenememiş, bütün arkadaşları sayıları birbiriyle toplarken o toplayamamış, bütün arkadaşları öğretmenin sorduğu sorulara parmak kaldırıp konuşmaya çalışırken Bade’nin gıkı çıkmamış. Yani eğitim sistemimizin tam bir “kaybeden” olarak muamele yaptığı 7 yaşında bir çocuk.
Bu yetmezmiş gibi, Bade sosyal yaşamında “Ağzı var dili yok” diye nitelendirilen, “Sizin çocuk da ne kadar sessiz, bu çocuktan da gık çıkmıyor, çok sakin” diye eleştirilen çocuklardan… Sonuç olarak okulun rehberlik biriminin asosyal olarak tanılayıp bu projenin içerisine sosyal becerilerinin geliştirilmesi için gönderilmiş bir çocuk.
İşte Bade böyle…
Gerçi benzer örneklerle okullarda sıklıkla karşılaşmış olduğunuzdan, çok da şaşırtıcı olmasa gerek.
Gelelim Bade’nin sorduğum soruya verdiği cevaba:
“Öğretmenim ben çok sessiz sakin bir çocuğum. Benim güçlü özelliğim bu. Beni bundan dolayı seçmiş olabilirler. Eğer gizli, çok sessizce yapılması gereken bir görev olursa bunu ben gerçekleştirebilirim.”
Bir sessizlik oluştu. İlk önce kendi içimde…
Nasıl olmuştu da bir çocuğun var olan yapısı, kendi doğası, tamir edilmesi gereken bir şey olarak görülmüştü. Onun kendi güçlü yanı olarak gördüğü, başta kendini öyle kabul ettiği halinden dolayı yargılayıp tedavi altına alınmasına karar kılınmıştı…
Sonra içimdeki sessizlik bozuldu ve bilicimin derinliklerinden ortaya çıkan şu sözü kendi kendime mırıldanmaya başladım.
“Gece gündüz seni herkes gibi yapmaya çalışan bir dünyada kimse gibi değil ama; kendin gibi olmak, insanın hayatı boyunca girebileceği en ağır savaştır; asla bitmek tükenmek bilmez.” E.E. Cummings
Sanırım bu durum Bade’nin yaşadığı durumun en somut tanımıydı. Bade bir savaş içerisindeydi belki de. Onu “istenilen” çocuk yapmak isteyenlerle bir savaş…
Evet, birçok yetişkin bir araya gelmiş çocuğu değiştirmeye yani doğasıyla oynamaya karar vermişti. Sistem olarak varlığı, anlamı kabul edilmeyen bir çocuğun tüm dünya üzerine haykırırcasına söylemiş bir sözdü aslında Bade’nin kurduğu cümle…
Sanırım hepimizin eğitimciler olarak bir araya gelip içimize işleyen “Çocukları değiştirmeliyiz, iyileştirmeliyiz, tamir etmeliyiz” içgüdüsünü söküp atmalıyız. Yeteri kadarıyla biçimlendirilmiş dünyalarında, okullara adımlarını attıklarında daha da biçimlendirilmeye ihtiyaçlarının olduğunu düşünmek anlamsız.
Yetişkinler olarak amacımız, çocukları olmasını istediğimiz kişiler yapmak ya da onları eğitim yoluyla tedavi altına almak olmamalı. Onların kendi var olan doğalarının tamamını, potansiyellerini nasıl kullanabileceklerini fark etmek ve kendilerine de fark ettirmek olmalı..
Sonuç olarak aynı Bade’nin hikayesinde olduğu gibi, tüm dünya ve bizler çocuklarımızı değiştirmeye ve oldukları kişilerden olmalarını istediğimiz kişilere doğru dönüştürmeye çalışırken, onların kendi anlamlarını bulma ve yaratma konusunda önlerinde değil arkalarında, yanlarında olmalıyız. Ve oradan da öteye geçmemeliyiz…
Barış Sarısoy /twitter: @barissrsy