Savaşın Küçük Hayatlardaki Büyük Yıkımı

Savaşın Küçük Hayatlardaki Büyük Yıkımı

Suriye krizi şüphesiz haberlerde en sık dinlediğimiz, kendi aramızda çok konuştuğumuz ve hepimizde endişe yaratan güncel konulardan biri.

                Elbette savaşların kişiler üzerinde yıkıcı etkiler bırakan travmalar olarak kabul edilmesi şaşırtıcı değil. Savaş tutsakları, askerler, günlük hayatına ani darbeler inen sivil halk ise bu etkilere birinci dereceden maruz kalanlar. Fakat uzun süreli çatışma ortamına maruz kalmak en çok etrafında olup bitenleri anlamlandırmakta zorluk çeken çocuklar üzerinde yıkıcı etkiler bırakıyor (Werner, 2012). Psikoloji literatürü savaş ve çatışma ortamına maruz kalmış, mülteci çocuklarla yapılan araştırmalara büyük bir yer veriyor. Yiyecek, temiz su, barınma, sağlık ve eğitim gibi birçok temel ihtiyaçtan mahrum kalan çocuklar bu süreçte yoksulluk ve açlıkla karşı karşıya kalıyor. Fiziksel zorlukların yanı sıra, çocukların “refakatsiz” ya da anne-babalarından en az birini kaybetmiş olması, gittikleri ülkelerde çocuk işçi olarak çalıştırılmaları, kötü muameleye, şiddete maruz kalmaları, yakınlarının ölümlerine/yaralanmalarına tanıklık etmeleri, eğitimlerine devam edememeleri ise bu riskleri arttırıyor. Bu travmatik yaşam olaylarının çocukların psikolojik gelişimlerini içe yönelim ve dışa yönelim problemleri başta olmak üzere pek çok olumsuz etkisi olduğu biliniyor. Ayrıca bu çocuklarda olayla ilgili anıları rahatsız edici biçimde sık sık hatırlama, travmayı hatırlatan durumlardan kaçınma, uyuma ve dikkatini odaklamakta güçlük, kolay irkilme gibi belirtiler de çok sık gözlemleniyor. Bilişsel süreçlerin de (sürdürülebilir dikkat, işleyen bellek gibi) travmadan dolayı olumsuz etkilenmesi çocukların travmaya bağlı gösterdiği semptomlarla başa çıkmasını daha da zorlaştırıyor. Üstelik savaş ilişkili yaşam geçmişi olan bu çocuk ve gençler yaşadıkları yerlerden göç ettikleri için sosyal destek ağlarında kopma yaşıyor, önemsediği insanlardan ayrılıyor. Göç ettikleri yerin diline, kültürel değerlerine, sosyo-ekonomik özelliklerine alışkın olmamaları da yaşanılan travmaların etkisini arttırıyor.

Tabi ki çocukluk döneminde yaşanılan travmatik olaylar, kişilerin ruh sağlığını olduğu kadar bedensel sağlığını da etkiliyor. Yapılan çalışmalar, çocukluk döneminde strese maruz kalan yetişkinlerde akciğer hastalıkları, peptik ülser ve kalp damar hastalıkları gibi sağlık sorunlarının daha sık gözlemlendiğini ortaya koyuyor. Peki bu travmanın etkilerine maruz kalmak için illa kötü bir olayı bire bir yaşamamız mı gerekiyor? Hayır. Hamile bir kadının yüksek düzeyde strese maruz kalması anne karnındaki bebeğinin gelişiminde yapısal ve işlevsel bozukluklara yol açıyor. Daha ilginci 2015 yılında Rachel Yehuda ve arkadaşları tarafından yapılan bir araştırmanın bulguları. Daha anne hamile bile değilken yaşadığı travma ve yüksek düzey stres ileride doğacak çocuğunu etkiliyor, üstelik bu etki çocukta sadece psikolojik problemler olarak değil, travmaya bağlı epigenetik değişiklikler olarak da gözlemleniyor. Elbette bu yaşanılan travmatik olaylar sürekli olarak devam etmiyor fakat literatür bize tüm bu çocukluk dönemindeki travmaya bağlı sorunların kişilerin yaşam kalitesi arttığında dahi tamamen kaybolmadığını gösteriyor. Yani travmalar böylesine kalıcı ve uzun süreli izler bırakıyor… Tüm bu literatür ışığında, ülkemizdeki Suriyeli mülteci çocuklara dönersek bu çocukların ciddi bir gelişim problemi riski ile karşı karşıya olduğunu söylemek yanlış olmaz. Her ne kadar bu çocukların gerek psikolojik gerekse fiziksel birçok problemleri olduğu, olmasa bile bu konuda ciddi bir risk altında olduğu bilinse de aynı akademik literatür bize eğitimle bu çocukların hayatlarında uzun vadeli olumlu gelişmeler olabileceğini gösteriyor. İşte umut burada başlıyor. Doğru ve zamanında uygulanacak bir eğitim sadece bu çocukların çocukluk dönemlerinde değil, yetişkinlik dönemlerinde de olumlu etkiler gösteriyor; üstelik bu etki sadece çocuğun değil ailesinin de psikolojik iyiliğini pozitif yönde etkiliyor. Yani çocuklar sandığımız kadar pasif ve güçsüz değil; belki travmanın etkilerine karşı hassaslar ama doğru müdahalelerden de en çok onlar verim sağlıyor.

Edip Cansever “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor” diyor. Bu dizeyi çocuklukta edinilen deneyimlerin etkisinin kaybolmadığı şeklinde yorumlamak mümkün. Yetişkin bir birey çocukluğundan kalma yara izlerini mutlaka taşıyor. “Çocuktur, geçer, unutur” dediğimiz birçok şey geçmiyor; aksine kar topu gibi yuvarlandıkça artıyor. O yüzden günümüz çocuklarının beraberlerinde aydınlık bir gökyüzünü getirmesini sağlamak biz yetişkinlere düşen en büyük görev. Peki bu görevimizi ne kadar yapıyoruz? Yapıyor muyuz? Karne gününde bir kanala röportaj veren bir çocuğun hayalinin ne olduğu sorulduğunda başkan olup idamı getirmek istediğini söylemesi bir hayli dikkat çekti. Kimileri bir çocuğun ağzına bu nefret dolu söylemleri yakıştıramazken, kimileri ise şimdiden bir çocuğun bu kadar kararlı olmasını gelecek Türkiye için umutlu buldu. Yetişkinler olarak nefret çamuruna buladığımız bu dünyada bir çocuğun böyle taleplerde bulunması elbette şaşırtıcı değil. Bırakın çocuklarımıza aydınlık ve sonsuz bir gökyüzü bırakmayı, çocuklarımızın hayal ettiği o pembe bulutları bir bir siyaha boyuyoruz, barışa saldıkları balonlarını patlatıyoruz. Düşmanlığı, karşılıksız sevmemeyi, öc almayı öğretiyoruz; değerli olanın sevgi, dayanışma ve yardım olduğunu değil…

Ülkemizdeki Suriyeli çocuklara da yaptığımız biraz bu. Kendi çocuklarımızı bir sokak öteye göndermeye korkarken evini, yurdunu terk edip dilini bile bilmediği bir yere gelen çocukları siyasi olayların hedefi haline getiriyoruz. Hastalık bulaşacak, ekonomimiz bozulacak, kendi çocuklarımıza iş kalmayacak diyoruz; hastaysa hastanemize gitmesin, çocuğumun okul arkadaşı olmasın diyoruz. Geçmişi zaten kayıp ve travma dolu olan bu çocukları dışlıyoruz, yalnız bırakıyoruz. Ama nefretimiz nefret doğuracak, ileride ektiğimiz nefret tohumlarını biçeceğiz. Siyasi ideolojimiz ne olursa olsun hesap soracaklarımız çocuklar değil. Kayıp bir nesil yaratmadan bu çocuklarımızın elinden tutmak şart. Nasıl mı? Din, dil, ırk ayrımı yapmaksızın tüm çocukları kucaklayarak, iyilik ve çalışkanlıklarını överek, çocuklara onlardan çaldığımız güzel umutlarını yeniden vererek… Onların masumluğunu, çocukluğunu almadan… Siz bir iyilik ekin, görün bakın onlar bin iyilik verecekler. İşte bunları yaparsak ancak o zaman Nazım Hikmet haklı olur:

“Dünyayı çocuklara verelim

Kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi.

Hiç değilse bir günlüğüne doysunlar

Bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı

Çocuklar dünyayı alacak elimizden

Ölümsüz ağaçlar dikecekler.”

 

Psk. Özlem Sumer Büyükabacı

Bir yanıt yazın